18 Eylül 2015 Cuma

Yiten Gerçeklik


"Yazmanın en ilginç sürprizlerinden birisi size kendinizin ve çevrenizin durumunu farklı zamanlarda, umulmadık açılardan gösterebilmesidir."

"Geçmiş Yazılardan İzler" başlığıyla aktardığım yazıların ilk grubunu tanıtmaya bu sözlerle başlamıştım. (1)

Çeşitli konuların arasında dünyayı anlamanın zorluğundan söz etmiştim:

Günümüzde yaşam çok hızlı akıyor. Durup düşünecek, ne oluyor diye bakacak zaman yok. Öyle çok ayrıntı var, bunlar da öyle çok kanaldan gelip dağılıyor ki aralarında sıkışıp kalmak, ana konuyu unutuvermek işten bile değil."

Sanatın farklı bir boyut getirebileceğini, kendimizi bir anda erişilmez görünenin içinde bulabileceğimizi söylemiştim:

"Hepimizin bildiği sözcükler sanki bir büyüyle bir araya gelip bambaşka dünyaların kapısını aralar. Hepimizin bir zamanlar karaladığı çizgiler düş kahramanlarına can verip uçarlar. Müzik derslerinde tanımak için ter döktüğümüz notalar içimizi coşkuyla ya da ince bir hüzünle doldururlar."

Sözünü ettiğim yazılar, yıllar önce "Neler oluyor?" sorusu için seçtiğim konular ve aradığım yanıtlardan doğmuştu. Dünya, Türkiye, ekonomi, bilim, teknoloji, sanat, sevgi. Bu sözcüklerin açtığı kapılardan çıkmış, açılan yollarda dolaşarak bir yön bulmaya çalışmıştım.

"Neler oluyor?" için harcadığım çaba nasıl yanıtlar verebildi, bilmiyorum. Ama sanırım hiç değilse sorulması gereken bazı soruları taşıyabildi.

Bilim ve teknolojinin yaşamda sandığımızdan çok daha az yeri olduğunu gördüm. Evimizde, işimizde, cebimizde gelişmiş aygıtların bulunması bunların topluma ve geleceğe yeterince katkı yaptığı anlamına gelmiyor. Gelişmiş ve mutlu bir toplum için insanların da değişmesi, yenilikleri amacına uygun kullanabilmesi gerekiyor.

Yeni iletişim olanaklarıyla, yazılanların artık daha farklı bir yeri, biçimi ve anlamı olduğuna kuşku yok. Bilgi ve düşünce parçacıkları anlık olarak üretiliyor, zaman ve mekândan bağımsız bir biçimde çıktığı kişiden ayrılıp dolaşıma giriyor, yine herhangi bir zaman ve mekânda anlamlı olacak metinlere dönüşüyor, boşlukta bir yerlerde asılı kalıp birinin görmesini, anlamasını bekliyor.

Gerçek bir dünyada yaşıyoruz. En gelişmiş sistemleri kullanıp olup bitenlerden anlık haber alıyoruz. Gördüklerimizi paylaşabiliyoruz, birimizin gördüğünü artık herkes anında görebiliyor. Gerçeklik duygusunu yakaladığımız, bu hızlı akan dünyadan yansıyanlara güvenebileceğimizi söyleyebilir miyiz?

Galiba aksine yiten bir gerçeklikle karşı karşıyayız.

En çarpıcı, en inanılmaz, en isyan ettirici haberler bile sessiz bir tembellikle okunuyor. Düşünmeye, anlamaya, bir terslik varsa yanlışları düzeltmek için küçük bir adım bile atmaya gerek duyulmuyor. İletişim kazanının içine gelen bilgileri karıştırıp kaynatıyoruz. Yaşamla buluşturamıyoruz.

....



Yeni yaşam biçimimiz bize tat veriyor mu?

Sözlük tat için dört tanım vermiş:

"1. Kimi cisimlerin tat alma organı üstünde bıraktığı duyum.
2. Tatlılık: Bu helvanın tadı az.
3. Hoşa giden durum, lezzet, zevk: Bu kitapta tat bulamadım. “Tok karınla uyunan uykunun tadı bir başka oluyordu.” -O. Kemal.
4. mec. Ruhsal ya da estetik yönden hoşa giden durum, zevk."

Bunlar arasında farklılıklar olsa da, sonuçta ortak bir yanları var. İster yediğimiz bir çikolatanın, ister söylediğimiz bir sözün beğenilmesinin, ister tuttuğumuz takımın ya da desteklediğimiz partinin kazanmasının etkisiyle olsun, hepsi benzer bir rahatlama, mutluluk veriyor.

Yediklerimiz içtiklerimiz yanında, gördüklerimiz, dinlediklerimiz, dokunduklarımız da bize değişik tatlar yaşatıyor. Bazılarını yüceltiyor, bazılarını aşağılıyor, yasa ve ahlak dışı buluyoruz. Oysa sonuçta hepsi de insan beyni içinde buluşup algılanıyorlar. Niçin bazıları yüce ve soylu, bazıları sıradan ve aşağılık olarak tanımlanıyor? Bu ayrımı yapan doğa mı, insan mı? Birey mi, toplum mu? Beyin duyumuz (2) nasıl biçimleniyor?

Hızlı bir değişim sürecinin içine girdik, geçiş dönemindeyiz. Tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar fazla bilgiyle karşılaşıyor, daha da önemlisi bunları her an daha fazla kişiyle paylaşabiliyoruz. Ortak aklın bundan etkilenmemesi olanaksız. Belki de bugün yaşadığımız sorunların önemli bir bölümü, bu yeniliklerin getireceği ortamda kendilerine bir yer bulamayacaklarından korkanların umutsuz saldırganlığından kaynaklanıyor.

....


Toplumda düzeyler nasıl belirlenir?

Yine sözlüğe bakacak olursak bu kez iki tanım buluruz:

"1. Bir yüzeyin ya da bir noktanın göreceli yüksekliği ve o yükseklikten geçtiği varsayılan düzlem, °seviye: Barajın su düzeyi ilkbaharda yükseliyor.
2. mec. Bir nesnenin ya da kimsenin başka nesnelere ya da kimselere göre olan değer ve yücelik derecesi, °seviye: “Doğrusu çok ilkel bir hayat düzeyindeyiz.” -F. Otyam. Zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla, eğitim düzeyimiz yükselecek."

Düzeysiz için "Niteliksiz, değeri düşük" deniyor, düzeyli de "Nitelikli ve değerli."

Bir toplumun düzeyi nasıl ölçülür, ya farklı katmanların durumları? Nasıl bir dağılım gözlenebilir?

Doğa, bize dağılımın biçiminin bir çana benzediğini söylüyor. Normal dağılım eğrisinin biraz karışık açıklamaları, hesapları var. (3) Basit bir örnek olarak çan şeklinde bir dağ olduğunu düşünün. Herkes altlara erişebilir, yükseldikçe sayı düşer, zirveye pek azı ulaşabilir.



Çan eğrisi dağılımına göre herkesin erişebildiği bir yer var. Bir de bulunduğu konumla varmak istediği, ulaşmaya çalıştığı hedef arasındaki fark. Günümüzdeki aşırı rekabet kişileri çok zorluyor. Kendilerinden ve çevrelerinden hoşnut olmamalarına yol açıyor.

Belirli bir zamanda ve yerde yaşayanların da böyle bir dağılımları vardır. Bir okulda, işyerinde, mahallede, kentte, köyde bulunanlardan oluşan bir grupta bu çan görülebilir.

Türkiye'de düşsel bir yolculuk tasarlasak, bölgeleri özenle seçip belirlesek, yirmi yıl öncesiyle bugünkü durumlarını karşılaştırsak, geçmişin çocuklarının ve gençlerinin şimdi nerede olduklarına baksak, bugünkü gençlerin ve çocukların yirmi yıl öncekilerden farklarını anlamaya çalışsak... Her birinde neler görürüz? Hedeflerine varmışlar mıdır? Geleceğe güvenle bakmakta mıdırlar?

Gerçekliği yitirdik mi? İletişimin gücüyle hızla el değiştiren kaynaklar artık elle tutulabilecek varlıklar olmaktan çıktı mı? Toprak ve gökyüzü, deniz ve ağaçlar, karaların güzel canlıları ve balıklar ve kuşlar anlamını yitirdi mi? Ekran koruyucuları kaplayıp sonsuza dek dönüp durmaya çalışan görüntülerden farkları kalmadı mı?

Artık elimizde kalan yalnızca bir "yiten gerçeklik" mi? Doğayla tüm bağlarımız koptu mu? Dünyanın girdiği bu yolda varlığımız sona ermese bile, yaşamdan tat alabilme becerimizi koruyabilir miyiz?



Can Madenciliği ve Sözün Sonu


İki yıldan fazla bir süre önce can madenciliğinden (1) söz ettiğimde, kuşkusuz bir gün Soma'da böyle büyük bir acı yaşanacağını ve İnternet'in Özgür Ansiklopedisi'nde yer alacağını bilemezdim. Kaç milyara ulaştığını bilemediğimiz sayfaların arkasında gerçek yaşamlar olduğunun unutulmaması gerektiğini söylemiştim.

Sözcüklerin kayıtsız dili olayı şöyle özetliyor: "13 Mayıs 2014'te Türkiye'nin Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle çok sayıda madencinin ölümüyle sonuçlanan facia. 301 işçinin yaşamını yitirmesine sebep olan olay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti." (2)

Keşke gerçekten bir 21. yüzyıl ülkesi olabilsek, "bir göçükte toprak ve taş yığınının içinde sıkışıp kalmış işçileri çıkarabilmek kadar soylu bir davranış" olmayacağını söylediğim bu can madenciliğini yalnızca sayfaların arasında, insanları ve düşüncelerini anlamak için yapabilseydik.



Oysa ne büyük bir acı yaşadık. Can madenciliğinin çaresizliğe teslim olmuş gerçek işçilerle, 19. yüzyıl standartlarıyla değerlendirilen gerçek madenlerde, yalnızca çıkara odaklanmış karanlık anlaşmalarla, insanların değerinin kullanılan makineler kadar bile olamadığı koşullarda yapılmakta olduğunu gördük.



Daha da inanılmazı, önce acıyla başlarını önlerine eğmesi, sonra utanç içinde özür dilemesi gereken yetkililerin üzüntü ve çaresizlik içinde ağıtlar yakan zavallı insanların üzerine, herhangi bir protesto gösterisini bastırır gibi gidebilmesini şaşkınlıkla izledik. Böyle zamanlarda konuşmak istemiyorum. Sözün sonu geliyor. Sözcükler anlamını yitiriyor. Kör ve sağır bir kalabalığın içinde yapayalnız kaldığımızı, kimsenin karşısındakini görüp duymadığını düşünüyorum.


....

Kuşkusuz tüm bunlar gerçek anlamda iletişim kurulamamasından kaynaklanıyor.

"Sözün Sonu" önce "Sözcüklerin Sonu" ile başlıyor. Bildiğimiz sözcükler, kitaplar anlamını yitiriyor. Ne çok kitap yayınlanıyor, daha çoğu yayınlanamıyor. İnternet'te ne çok yazı, yapıt dolaşıyor. Söyleyecek ne çok sözü var insanların. Dinleyen, dinleyecek pek yok, kalmıyor.

Bir an gelecek, yalnızca kendimiz için mi yazacağız? Sesimizi duyan kimse kalmayacak mı? Sözcüklere dökülen düşüncelerimizin, duygularımızın başkaları için hiçbir anlamı olmayacak mı? Kendi sözlerimiz arasında yapayalnız yaşayıp sözlerimizle birlikte mi bir gün karanlıklara mı gömüleceğiz?

....

Olup bitenleri, görünenlerin arkasındakileri anlamak kolay değil.

İpucu paranın izini sürmekte.

Belirli bir geçmişi irdelemek için de, bugünü anlamak içinde de yapılması gereken bu. Paranın izini sürmek. Gerçeği arayanlara ancak bu yol gösterebilir. 20. yüzyıl başlarından beri bu topraklara gelen, burada yürütülen politikalarla ekonomik sistemde yer alan, dağıtılan, kullanılanı toplanan paranın yolu gizli gerçekleri anlatıyor. Varılan nokta açık. Çaresizlik içinde tek sermayeleri olan canlarını tehlikeye atarak yaşamlarını sürdürmeye çalışanların aldığı yoksulluk ücretlerine karşılık, güvenlik yatırımlarından bile kısarak daha fazla güç ve zenginlik için birleşen güçlülerin her geçen gün büyüyen pastası.

21. yüzyılda Türkiye'de yaşayan güzel insanlar bunu hak etmiyor. Yaşama değer verip insana saygı gösteren bir yönetim anlayışıyla ekonomide, çalışanların emeklerinin karşılığını alacağı, toplumun tüm kesimlerinin yaşamını sürdürebileceği, hakların ve özgürlüklerin güvence altına alınacağı koşulların sağlanması gerekiyor.

Son dönemde yaşanan gelişmeler ne yazık ki önemli olumsuzluklar içeriyor. Yolsuzluk iddialarının toplumun tüm kesimlerinin güven duyacağı bir şeffaflıkla soruşturulmaması, kamu harcamalarının denetiminin sağlıklı yapılmaması istenmeyen sonuçları olacak bir çürümenin kalıcılaşmasına neden olabilir. Bunu önlemenin yolu insan hakları ve hukuk ilkelerinde birleşmekten, özgürlükten ve
şeffaflıktan yana olmaktan geçiyor.

....

Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?

İnternet'te gezen mi, telefonuna haberleri kısa mesaj olarak alan mı çok bilir?

Gündemi akıllı telefonuna indirdiği uygulamalarla izleyen mi, tabletinde oluşturduğu ağla tüm dünyanın sesini dinleyen mi daha çok bilir?

Günümüzde teknoloji ve ulaşımın ulaştığı noktayla dünya algımız, bilgi sistemleri, sanal gerçeklik ve siber iletişim kavramları yeni anlamlar kazandı.

Dünyanın her yerini gezmek artık daha kolay. Okuyarak bilginin derinliklerine inebiliyorduk. Şimdi herhangi bir bölgenin özelliklerini anlık fotoğraf, etkileşimli video ve üç boyutlu modellerle orada yaşar gibi izleyebiliyoruz. Teknoloji geliştikçe belki yeni boyutlar eklenecek. Sıcaklığı, kokuyu, hareketi, denge ve ağırlığı bulunduğumuz yerlerden hissedebileceğiz.

Gelişmeler öylesine hızlı ki iletişim aygıtlarımız her geçen gün beklenmedik yeni özellikler kazanıyor. Bir zamanlar bulunduğumuz yerle sınırlı olan algılarımız, farklı kanallardan sürekli gelen bilgilerle artık sürekli besleniyor. Bunların hepsinin, içeriği ve biçimi ne olursa olsun gelen tüm bilgilerin sonuçta birleştiği yer olan bireyin beyninde kişisel beyin duyusu (3) oluşuyor. Kişisel beyin duyusu bireyin kendini, çevresini, toplumu ve dünyayı nasıl algıladığını belirliyor. Bunların
birleştiği toplumsal yaşamda bütünleşen algılar toplamı da düşünce sistemlerini yansıtıyor.

Sanırım bu bilgi yağmurunda sormamız gereken şu: "Kendimizi, yakın çevremizi, yaşadığımız bölgeyi, dünyayı, gitmekte ve gelmekte olanları yeterince görebiliyor, anlayabiliyor muyuz? Beyin duyumuz doğru çalışıyor mu?"





Robotlar ve İnsanlar


İnsana benzeyen, insan gibi davranan makineler düşüncesi öteden beri ilgi çeker. Bu ilginin ardında değişik nedenler olabilir. İş yaptırmak, kendi istekleri olmayıp yalnızca hizmet eden bir köle bulmak, kaprissiz bir arkadaş edinmek, tüm ihtiyaçlarını başka bir insana gerek duymadan karşılayabilmek. Kuşkusuz tüm bunların gerçekleşebilmesi için robotların hareket sistemlerinin, konuşma ve yazma becerilerinin gelişmesi, doku özelliklerinin insan bedeninden ayırt edilemeyecek sıcak yumuşaklığı taşıması gerekiyor. Yine de en zoru hareket ve sözlerindeki mekanikliğin ortadan kaldırılması, insan gibi düşünüp konuşabilmesi, sarıldığında sevginin inceliğinden gelen derin bağlılığı yansıtabilmesi.

İnsan gibi düşünüp konuşabilen bir robot. Bunu yapmak hiç kolay değil. Hareket ve doku gibi diğer teknik konular çözülse bile bu alan oldukça sorunlu görünüyor. Uzun süredir bilgisayar oyunlarıyla pek ilgim olmadığı için son durumu bilmiyorum ama gözlemlerimde karakterlerin insan canlılığıyla konuşmaktan epey uzak olduğunu görmüştüm.

Bilgisayar olanaklarından yararlanarak hazırlanmış ilişkili sözcük bulma yardımcıları (1) bu zorluğu yeniden düşünmeme neden oldu. Bu araç insan için çok değerli bir yardımcı olabilir. Bu amaçla geliştirilen program parçaları yeni bir aşamaya ulaşarak bilgisayarların da insan gibi düşünmesine yardım edebilir mi?

İnsanın profesyonel etkinlikleri üç temel grupta toplanıyor.

1. Kayıtlı işlem tipi işler.

2. Dönüşüm tipi işler.

3. Tanımlanması zor işler.

Tanımlanması zor işleri İngilizce "tacit" karşılığı olarak kullandım. Ulaşabildiğim sözlüklerde gördüğüm karşılıklar yerine "tanımsız" kullanılması belki daha doğru olur. Bunun sakıncası da "tacit" ve "undefined" karşılıklarının aynı sözcükte buluşması olabilir. Kayıtlı işlem tipi işler "transaction", dönüşüm tipi işler "transformation" kavramlarını hemen hemen karşılıyor gibi.

Bilgisayarlar geliştikçe önce işlem tipi işler, sonra dönüşüm tipi işler gittikçe artan oranlarda bilgisayarlarca üstlenilmeye başlandı. Devlet dairelerinde, muhasebe ofislerinde, mühendislik bürolarında, bankalarda, fabrikalarda çok daha fazla iş, pek az çalışanla, bazen insan katkısına hiç gerek duyulmadan yapılabilir oldu.

Fatura yönetiminin tümüyle elektronik sisteme taşınmış olmaması, İnternet kullanmayan ya da kullanmak isteyenler bulunması nedeniyle şimdilik bankalarda kuyruklar ve müşteri hareketleri sürüyor. Ancak şube ve çalışan sayılarındaki azalma, bazı durumlarda iyice sessizleşen yerler ve zamanlar gözden kaçmıyor.

Şimdilik çağrı merkezlerinde istekler numaralı seçimlerle belirtilince standart bilgilere ulaşarak yanıtlanabilecek soruları sistem işleyip müşterilere bilgi verebiliyor. Gerektiğinde bulunduğu yerde farklı soruları değerlendirmek üzere bekleyen müşteri temsilcileri ancak özel bir istek olduğunda devreye giriyor.

Bir sonraki aşamada çağrı robotları tüm soruları yanıtlayabilecek bir kapasiteye erişip, şu an işsiz gençlerin kendilerine yer bulabildiği bu alana da sızarak onları kovabilirler mi?

Çok yakın olmasa da, sonunda böyle bir sisteme geçileceğinin ipuçları, yapılan denemeler, başlangıç düzeyinde çalışan uygulamalar var. Yaşamın zenginliği içinde ortaya çıkan gerçek oyunları anlayıp tanımlamak çok daha zor olduğu için, bilgisayarların bunu başaracak yeterli düzeye ulaşması yenilmez satranç şampiyonları olmalarından epey sonraya kalabilir.

Tanımlanması en zor işlerden biri olarak yazarlık ve edebiyat da günün birinde bilgisayar destekli yapılmaya başlanıp sonunda bilgisayarların işi olabilir mi? (2)


....


Yapılacak herhangi bir robotun düşünce ve davranışlarının insana eş olarak yaratılabilmesi bu yüzden şimdilik oldukça zor. Öte yandan bedeninin gerçeğe yaklaşması da basit çözümü olan bir konu değil.


İnsana benzer servis robotları için çalışan bir firma, mikro hareket sistemleri kullanarak bu konuda gelişme sağlamış. Çok uzun süredir kurulan yapay insan yaratma düşleri, modern teknolojiyle yapılacak insansı robotlarla gerçekleşebilecekmiş. (3) Bir başka robot da 2007 yılından beri aşamalı olarak geliştiriliyormuş. EMIEW 2, adını "Excellent Mobility and Interactive Existence as Workmate" sözcüklerinin baş harflerinden alıyormuş. (4) "Kusursuz Hareket ve İş Arkadaşı Olarak Etkileşimli Varlık" diye çevrilebilir.


Ofisin içinde dolaşan bir yardımcı şimdilik epey pahalı bir oyuncak gibi görünüyor. Gelişmeler onu yeni bir düzeye çıkarabilir.

İki araştırmacı, Andrew Ng ve Carol Reiley, Japonya Kobe'deki uluslarası bir konferansta tanışmış. Carol'un deyişiyle "kıvılcımlar uçmuş." Beş yıl sonra nişanlarını robot konulu fotoğraflarla açıklamışler. Bir robot kol, bir bağımsız helikopter ve Öncü Robot dedikleri bir yapay zeka robotun görüntülerini paylaşmışlar. (5) Başkan Obama bile robotlara zaman ayırabiliyormuş. (6)

....



Günümüzde çalışan robotlar var, ancak insana pek benzemiyorlar. Çeşitli alanlarda belirli işleri yapmak ya da yapılmasına yardımcı olmak için üretilen robotların insana benzemeleri gerekmiyor, işlevlerini yerine getirmeleri yeterli, yalnızca işlerini yapmaları isteniyor. Üretimde ya da savaşta kullanılması için üretilen yapay zekalı mekanik kol ve ayaklar, otomasyon sistemiyle çalışan herhangi bir mekanik sistemden pek farklı olmayabilir.

Robotlar ilgimizi çekiyor, ilgimizi çekmeyi sürdürecekler. Hemen olmasa bile yakın bir gelecekte yaşamımıza daha fazla girecekler. Uzun süre gövdeleri insan bedenine pek (belki de hiç) benzemeyecek. Akılları beyin gibi değil, mekanik bir bilgisayar programı gibi çalışacak. Ama her alanda olduğu gibi bunda da sürekli yeni gelişmeler olacak.

Günün birinde karşımıza çıkan bir kadın ya da erkeğin insan mı, robot mu olduğunu anlayamayacağımız bir zaman gelecek, bilimin kurguları gerçek olacak mı?

Evinizde, sokakta, işyerinizde nasıl bir robot görmek istersiniz?

1. Visual Thesaurus, http://www.visualthesaurus.com/


3. Micro Drives Gives Humanoid Service Robots Human Traits, http://www.micromo.com/humanoid-service-robots.aspx


5. Robots Bring Couple Together, Engagement Ensues, http://spectrum.ieee.org/automaton/robotics/humanoids/engaging-with-robots


Argos'tan Troya'ya


Bir süredir İlyada'yla yatıp İlyada'yla kalkıyorum. Geçmişin gizemlerine açılan büyülü bir kapı, bugünü anlamanın şaşırtıcı bir yolu gibi yaşamıma girdi. Büyük bir hayranlık ve mutluluk duydum.

Yaşadığımız topraklar şanslı topraklar. Büyük bir tarih ve kültür hazinesinin üzerinde duruyoruz. Bu topraklarda yaşayan insanlar da şanslılar. Ama en azından çoğu, şimdilik bunun pek farkında görünmüyor.

Kendilerinin hiçbir suçu yok. Dünyaya sonsuza dek yönetebileceğini sanan dar görüşlü insanların çizdiği katı sınırların içinde tutsak kalmışlar. Umutlarını ve dostluğun sıcaklığını unutup nefrete dayalı bir yarışın yoksul kuklalarına dönüşmüşler.

İnsanların çoğu yalnızlığa ve yokluğa gömülmüş yaşıyor, bir günü daha geçirmelerine yardım edecek en küçük bir eli minnetle karşılıyor, içinde bir öfke duysa bile boyun eğip bağlanıyor.

Oysa yalnızca geçmişin öyküleri içtenlikle paylaşılsa, farklılıklara hoşgörüyle yaklaşılıp anlaşmanın yolları bulunsa, insanlığın acılarla kazandığı çağdaş kurallar bizim de tartışılmaz gerçeklerimiz olsa yeter.

Anadolu'nun uzak dağlarından, boğazların serin sularından geçip Avrupa'ya açılan bu topraklar, uygarlığın özlenen bir cenneti olabilir.

....

İlyada, Homeros'un edebiyat klasiklerinin başında yer alan destanı.

Troya, bugünkü Çanakkale yakınlarındaki antik bir kent.

Argos, Yunanistan'da, uzun bir tarihi olan bir başka kent.

Destanın bir yanında Argos ve Mykene kralı Agamemnon var.

Diğer yanında Troya kralı Priamos.

İlyada, iki kralın kendi çevrelerinde birleştirdiği halkların yaşamlarını ve ordularının savaşını anlatıyor. Okuyucuları geçmişin dünyasında inanılmaz bir yolculuğa çıkarıyor. (1, 2, 3)

Destanın bir yerinde Aleksandros'la Menelaos, Helene için dövüşmeye hazırlanıyorlar:

"Aleksandros'la Menelaos, Ares'in sevdiği,
vuruşacaklar kargılarıyla, bu kadın için.
Kim üstün gelir kazanırsa zaferi,
alacak bütün malını, kadını götürecek evine.
Ant içecek, dost olacak ötekiler de.
Biz toprağı bereketli Troya'da kalacağız,
onlar da at besleyen Argos'a dönecekler,
güzel kadınlı Akha topraklarına."

Argoslularla Troyalıların savaşına, onları kışkırtıp savaşma gücü veren tanrılar da katılıyorlar. Zeus'tan aldıkları izinle yola koyuluyorlar:

"Tanrıçalar, Argoslulara yardım için can atarak
ürkek güvercinler gibi gidiyorlardı seke seke.
Gelip durdular en çok yiğit nerede varsa.
Kral Diomedes'in çevresini sarmıştı yiğitler,
çiğ et yiyen arslanlar gibiydi onlar,
güçlü yabandomuzları gibiydiler."

"Utanın Argoslular, utanın be,
görünüşte alımlı, gösterişlisiniz ama
aşağılık, korkak heriflersiniz gerçekte.
Tanrısal Akhilleus savaştayken, Troyalılar,
çıkamazdı Dardanos kapılarından dışarı,
ödleri kopardı onun amansız kargısından.
Şimdiyse çıkmışlar kentin dışına,
koca karınlı gemilerin yanında savaşmadalar."

Tanrıçaların destek verdiği Argoslularla Troyalılar çarpışırken savaş tanrısı Ares bile yaralanıyor. Pallas Athene'nin yönelttiği kargı onu karnından vuruyor, korkunç bir çığlık atıyor:

"Ares kavgasına tutuşmuş dokuz on bin kişi,
savaşta nasıl bağırır çağırırsa,
tunç Ares de öyle bağırdı.
Akhalarla Troyalıları yakaladı bir titreme."

Destanda yalnız savaş değil, yaşam da var. Troyalı Kralı Priamos'un oğlu Hektor'un Helene'yle konuşması anlatılırken yaşadığı ev de betimleniyor:

"Kadınlar yalvarırken büyük Zeus'un kızına,
Hektor, Aleksandros'un güzel evine yürüdü.
Bereketli Troya'nın en iyi ustalarıyla
Aleksandros'un kendisi yapmıştı bu evi.
Ustalar, oturma ve yatak odaları,
bir de avlu yapmışlardı Paris'e.
Priamos'la Hektor'unkilerin tam yanıbaşındaydı.
Zeus'un sevdiği Hektor girdi eve,
on bir dirsek boyunda kargısı elindeydi,
tunç temren dolanmıştı altın bir halkayla,
önünde dörtbir yana ışıklar saçıyordu.
Yatak odasında buldu Paris'i,
güzel kalkanını, zırhını parlatıyordu,
yokluyordu kıvrık yayını.
Argos'lu Helene, köle kadınların ortasında oturmuştu,
ince el işleri yaptırıyordu hizmetçilere."

....

Bu topraklardaki zengin tarih, insan yaşamının ve düşüncesinin geçmişini anlatmakla kalmaz, gösterir, eski kentlerde gezinerek onları yaşamayı ve kavramayı sağlar.

Homeros'un öyküsünde birleştirmenin gücü, bölünmenin acıları görülür. Bilim ve inanç ilişkisinin hangi yollardan geçtiği araştırılabilir. Saygı ve bağlılık, toplum ve birey, savaş ve barış irdelenebilir. Argos'ta ve Troya'da birleşenlerin yaklaşımları, benzer öykülerin tarih boyunca geçirdiği değişimi anlamak için sonu gelmez bir kaynak sağlayabilir.

Yaşadığı toprağı savunan Troyalılarla onu ele geçirmeye çalışan Akhalar, İlyada'da karşı karşıyadırlar. Akhalar Troyalıların kentini kuşatmıştır, bunun nedeni Paris'in Menelaos'un karısı Helene'yi Troya'ya getirmesi olarak gösterilir. Troyalılar kendilerini savunmak için Akhalara karşı koyar ama üstün geldikçe surlarından çıkıp onların gemilerini ele geçirmeye çalışmaktan da geri kalmaz.

Azra Erhat, Akhaların kuşatmasındaki nedenin Helene olarak gösterildiğini, ancak gerçekte savaşın bir çapulculuk seferi olduğunu, Akhaların o dönemde Anadolu'da bulunan zengin kaynaklar nedeniyle bölge krallıklarını toplayıp gemileriyle geldiğini söyler.

Tarih benzer biçimde yazılmış bu öykülerle doludur.

Akhalar saldırıyor, Troyalılar yaşadıkları toprakları savunuyorlar. Sonra kentlerinden çıkıyor, Akhalara saldırıyorlar. Bu kez Akhalar gemilerini korumak için dövüşüyorlar. Akhilleus ve Hektor'un öyküsü iki bin beş yüz yıl önce yaşanmış.

Artık anlaşmanın daha uygar yollarını bulmanın, bu kavgaların bitmesinin zamanı gelmedi mi?

1. Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada, http://www.facebook.com/mehmetarat2000x



Neşet Ertaş'ın Zincirleri


Son zamanlarda nedense Neşet Ertaş'ın türküleri kulaklarımda daha fazla yankılanır oldu. Bu hızlanan, sertleşen, neredeyse amansız bir yarışa dönen öfke dolu dünyada onun duru sesini, bozkırın şafaklarından yükselen sesini siz de özlemediniz mi?

"Şarlo’yu görüyoruz. Anadolu’da bir ağacın altında durmuş, ufka bakıyor. Uzakta tepeleri karla örtülmüş dağların önünde elinde bağlamasıyla bir ozanın siluetini seçiyor. Neşet Ertaş’ı saygıyla selamlıyor. 20. yüzyılda bir süre dünyayı paylaştıkları saz üstadının yaşarken çektiği sıkıntıları ve ölümüyle yarattığı ilgiyi düşünüyor. Geleneksel müzik, hele Anadolu kültürü kendisine yabancı olsa da titreyen tellerden yüreklere işleyen acıyı hissediyor. İnsan sesinin bu müziğin anlattığı öykülere ne güzel uyduğunu görüyor." (1)

Neşet Ertaş Türkü demek; binlerce yıldır söylenen ve söylenecek olan… Neşet Ertaş bağlama demek; binlerce yıldır çalınan ve çalınacak olan.” (1)

Neşet Ertaş'ın aramızdan ayrıldığı yıl dünyanın nasıl küçülmüş, zamanın ne denli hızlanmış olduğunu düşünmüştüm. Bir de Neşet Ertaş'ın romanının yazılabileceğini. Can Dündar'ın belgeselini izlerken Neşet Ertaş'ın yaşamının bir roman için olağanüstü zengin bir kaynak oluşturabileceğini görmüştüm.

25 Eylül 2012'de yitirdiğimiz büyük ozan, İş Sanat'ta düzenlenen "Dostlar Neşet Ertaş Söylüyor" etkinliğinde anılmış. Olgun Şimşek, Can Dündar, İsmail Altunsaray, Cengiz Özkan ve Kardeş Türküler Neşet Ertaş'ın türkülerini seslendirmiş, hayatından kesitler aktarmış. Can Dündar'ın Neşet Ertaş için hazırladığı Garip belgeselinden bölümler sunulmuş. (2)

Neşet Ertaş için hazırladığı belgesel ve kitap ile tanınan sanatçı ve TV programcısı Bayram Bilge Tokel de ölüm yıldönümünde Neşet Ertaş'ı anlatmış. Neşet Ertaş isminin kendisine 'bağlama' ve 'türkü'yü hatırlattığını söyleyerek Ertaş için "O bu dünyaya saz çalıp türkü okumak için gelmiş bir ulu abdaldı. Kendine ve insanlığa karşı hizmetini en mükemmel şekilde yerine getirdiğini düşünüyorum" demiş. (3)

Neşet Ertaş için yapılmış belgesel çalışma ve film onun değerlerinin zenginliğini çok iyi derlemiş ve düzenlemişti, güçlü bir belgesel derinlikle sunuyordu. Yansıtılan yaşam öyküsü, Neşet Ertaş'ın sevecen, sıcak, alçakgönüllü, duru kişiliği, babası Muharrem Ertaş'ın yaşadığı zorluklar, Aydost'la attığı unutulmaz çığlık, baba ve oğul kendi öykülerini yaşarken Türkiye'nin geçirdiği değişim, politik ve ekonomik süreçler, bunların iki saz ve söz virtüözünün yaşamlarına etkisi, Muharrem Ertaş'ın bu dünyayı yalnız ve yoksul olarak bırakıp gidişi, oğlununsa harcadıkları çabaların karşılığını biraz babası için de alabilmiş oluşu, son yıllarda gördüğü büyük sevgi. Türkülerden uzak gençlerin, onları tanımadan büyümüş çocukların dünyasındaki yerleri ilginç bir roman konusu olmaz mı?

....

Zincirler... Yaşamda görünür görünmez zincirlerle bir yerlere bağlı mıyız? Görkemli ve pahalı zincirler, ucuz olanları, ikinci el zincirler, elden düşmeler. Zincirleri de artık işsizlere, dışlanmışlara satılıyor mu? Eskiden zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların artık evleri, arabaları, çamaşır bulaşık makineleri, televizyonları, cep telefonları olabiliyor mu? Kiminin
(örneğin büyük tüketim malzemesi üreticilerinin fabrikalarında çalışanların) daha iyi, kiminin (örneğin küçük bir atölyede çıraklık yapanların) daha kötü zincirleri mi var, zincirleri sayesinde çalışanların hepsi sistemden çok ya da az bir pay alabiliyorlar mı? Artık bazılarının zincirleri bile mi yok? "Dileneceğine gidip çalışsana kardeşim" sözü anlamını yitirdi mi? Ekonomi emeğe eskisi kadar çok gerek duymuyor mu? Bu yüzden en iyiler dışındaki iş gücünü sistem dışına, yokluğa, sadakaya, yardımlara, ya da düzeni ve umudu toptan reddetmeye mi itiyor? Yaşanan acımasız kavgaların nedeni bu sancılar mı?

....

Yaşamın gittikçe artan bu gürültüsünde, öfkeli çığlıkların her yanı kapladığı karanlık fırtınalarda bozkırdan yükselen duru bir sesin yalınlığını, yatıştırıcı yumuşaklığını, sevgi ve hoşgörü dağıtan sıcaklığını arıyor musunuz? Neşet Ertaş'ın ezgileri kulağınızda yankılandıkça onu özlüyor musunuz? "Bu kavgalarda birleştirici bir değer olur muydu, yoksa güçler savaşının arasında
ezilip sessizliğe mi dönerdi?" diye düşünüyor musunuz?

Öyleyse öfkeden ve kavgadan uzak durun.

Barışın, Neşet Ertaş türkülerini dinlemenin tam zamanıdır.

1. Mehmet Arat, Şarlo 21. Yüzyılda, http://www.sanatlog.com/sanat/sarlo-21-yuzyilda/


3. 'Bozkırın Tezenesi' ödülüyle anılacak, http://www.haber5.com/guncel/bozkirin-tezenesi-oduluyle-anilacak

İlk Tarihsel Öykü


İnsanın öyküleri çok eskilere uzanabilir. (1) Tarih öncesine, yazının, hatta mağara duvarlarına çizilen resimlerin bile olmadığı dönemlere, varlık yokluk savaşlarının verildiği günlere, olup bitenlere ancak silik izlerin peşini zorlu uğraşlarla sürerek ulaşılabilen yaşam kesitlerine varılabilir.

Aşağıdaki kısa öyküyü kimin, ne zaman, nerede yazdığı, böyle bir öykünün gerçekten geçmiş dönemlerden mi kaldığı, yoksa çok sonraların muzip bir yazarınca mı uydurulduğu bilinmiyor. Bugün bildiğimiz anlamıyla yazılı bir metne dayanmasa bile, ilk ortaya çıktığı dönemlerde farklı
biçimlerde aktarılarak geleeğe taşınmış olabileceği düşünülüyor.

Okuyanlar Bulgo'nun anlattığı dönemi merak etmekten kurtulamıyor.


....


Bu kadar eskiye dayalı bir iz bulabileceğim aklıma bile gelmezdi.

Önce gördüklerimden kuşku duydum. Bunlar gerçek olamazdı, birileri beni kandırmak için çiziktirmiş olmalıydı. Sonra anlatımın etkisine kapıldım. Yaşam zincirinin pek acı bir kesitini aktarıyordu. Atalarımın çektiği acılar için büyük bir üzüntü ve minnettarlık duydum.

O dönemlerde yaşayanlar Listo'nun geliştirdiği anlatma yöntemini bilseler kuşkusuz bunun çok daha fazlasını, yaşadıklarının tüm ayrıntılarını aktarabilirlerdi.

Bizim Listo önceleri pek iyi tanınmıyor, mağaradaki kadınlar onunla hep dalga geçiyordu. Biraz beceriksiz, çok da dalgın bir çocuktu. Ava giderken ne istendiyse hep tersini getiriyordu. Bazıları durumu kurtarmak için başka bir hayvanı anlatıp rastlantıyla doğrusunu yakalamasını umduklarında da durum değişmiyordu.

Listo günün birinde bu sürekli alaylara çok içerledi. Kenara çekilip çalışmaya başladı. Küçük bir taşın üzerine tuhaf şekiller çiziyordu. Bunların büyük bir anlatım gücü taşıyabileceğini fark etmişti. Kanatlı, kanatsız, iki ve dört ayaklı, küçük ve büyük, toprakta ve suda yaşayan, uçan ve uçmayan, bildiği ne kadar canlı varsa şekillere yansıtmaya çalışıyordu. Ava giderken neler istendiğini küçük taşlara işaretlemeye başladı. Neler avlaması gerektiğini unutmamak için yaptığı bu küçük resimlerin ileride yazıya dönüşüp alışveriş listeleri yapmak için kullanılacağından haberi bile yoktu.

Benim gördüklerim Listo'nun yazılı diliyle anlatılmamıştı. Ama resimler yine de çok fazla bilgi veriyordu. Büyük bir kuraklığın dört bir yanı kapladığını anlamıştım. İnsanların perişan oldukları, yaşamla ölüm arasında gidip geldikleri görülüyordu. Zor günleri ancak yapmaya başladıkları aletleri kullanarak aşabilmişlerdi. Daha da önemlisi, sosyal gruplarda bir araya gelerek, birlikte çalışarak, birbirlerine destek olarak ayakta kalabilmişlerdi.

Bunları görünce gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Atalarımı minnettarlık içinde andım.

....

Bulgo yazmayı bıraktı. İlk tarihsel öyküyü yarattığını, günün birinde onun beklenmedik bir biçimde yeniden ortaya çıkacağını bilmiyordu.

Not: Smithsonian Doğal Tarih Ulusal Müzesi http://www.mnh.si.edu/vtp/1-desktop/ adresinden gezilebilir.


1. Mehmet Arat, ilk Bilimkurgu Öyküsü, http://paylasim.lalabey.com.tr/yazihane/yazarhane/928-mehmet-arat-kaleminden-ilk-bilimkurgu-oykusu.html

Yeni Yılın Umut Işıkları


"Sima'nın eviyle gideceği yer birbirinden çok uzak değildi. Böyle giyinmişken yürümek biraz rahatsız edici olduğu halde taksiye binmemiş, yine sıkıcı ve ürkütücü bir bekleyişe giderken kendiyle baş başa olmayı seçmişti.

Yılın son gününün kalabalığı, coşkusu, geleceği sanılan değişim, insanların hiç değilse bir gece rahatlamak için harcadıkları çabalar, gençlerdeki umut, yaşamın kaygılarına kapılmışlardaki bıkkın telaş, yaşlılardaki yorgunluk ve geçmişe özlem kalabalığın gözlerinde hissediliyordu.

Sima piyango bileti, yılbaşı süsü ve oyunu satanları görünce üzülüyordu. Bu sahte mutluluk çağrısında büyük bir acı gizliydi. Kan kanserine yakalanmış bir çocuğun doğum günündeki umutsuz mutlu olma ve neşeli olma çabası, tüm kahkahalara, güzel sözlere karşın gözlerdeki acının silinememesi gibi. İnsanlar da bir gecelik kaçışın, milyonlarca liralık kazanılamayacak ikramiyelerin hiçbir sorunlarını çözmeyeceğini biliyorlar, yine de kendilerini buna kaptırmaya çalışıyorlardı.

'Keşke herkesin kazanabileceği bir çekiliş olabilseydi' diye düşündü Sima. Ama o zaman da yalnızca verilen paralar geri alınmış olacağı için kimse özel bir sevinç yaşamayacaktı. Dışarıdan büyük bir destek sağlanıp ek ödüller konması da günümüz koşullarında olanaksızdı, kim bir başkası için karşılığını almayacağı bir bedeli öderdi ki? Üstelik böyle bir durumda bile, herkesin kazandığı bir ikramiyeyi kazanmanın insanları ne kadar mutlu edebileceği konusunda kuşkuları vardı." (1)

"Bu yeni yıldan neler bekliyoruz? Neler yapmayı hayal ediyoruz?" diye soran Ayça Uyar'a neler söyleyebileceğimi düşünürken geçen yılın sonunda yazdığım öyküden bir bölümle başlamaya karar verdim. Her yılın son gününde bir anlamda aynı olayları yeniden yaşıyoruz. Dünya güneşin çevresinde bir tur daha atmış, bizler yaşamın gizemli yolunda on iki aylık yeni bir deneyim kazanmış oluyoruz. Duygu Özlem Demir Eshikumo gibi önceki yıl yaşamına yeni bir güzellik katılmış anneler için yeni yılın çok farklı olacağına kuşku yok.

Yeni yıl dilekleri, umutları ve kararlarıyla yeni yıl düşleri ve gerçekleri arasında önemli ayrımlar var.

Dileklerin karşılanmasını yıldızlardan, umutların gerçekleşmesini insanlardan, kararların uygulanmasını ise kendimizden bekliyoruz. Düşlerimizle umutlanıyor, mutlu oluyor, ama gerçekleri yaşıyoruz.

Geçtiğimiz yıl tüm iletişim olanaklarına karşın insanların birbirini duyamadığı, dinlemediği, anlamadığı, aralarında duvarların yükseldiği bir yıl oldu. Kişisel yalnızlıklar her zaman olabilir. Ama yalnızlığın toplumsallaşması, farklı düşünenler arasında uçurumların derinleşmesi yaşamı çok zorlaştırabilir, bir daha asla onarılamayacak yaralar açabilir.

Kurduğum düşte, farklı düşünenlerin kendilerine daha çok güvenebildiği, herkesin birbirine hoşgörüyle ve sevgiyle baktığı, aynı dünyayı ve geleceği paylaştığını unutmadan sorunları gerçekten çözmeye, birbirini anlamaya çalıştığı yeni bir dünya, yeni insanlar var.

Bunları düşününce yeni yıldan en önemli beklentimin düşlerimin gerçeğe biraz daha yaklaşması olduğunu anladım. Kalabalıkların içine özgürce karışabileceğim, insanların korkmadan sokaklarda özgürce yürüyebileceği, birbirini anlayacağı, hoşgörüyle bakacağı, seveceği, onaylamasa bile katlanmayı öğreneceği günler diledim.